Akılcılığın Serbest Düşüşü: “Yanlış düşünebilirsin ama yanlış hissedemezsin”
“Yanlış düşünebilirsin ancak yanlış hissedemezsin.”
Bu cümleyi, bir arkadaşımdan duyduğumda ve buna inanan gözlerini gördüğümde içsel dehşetimi size anlatmalıyım. Onun kendi özelinde, buna inanıyor olması benim adıma çok büyük problem değildi elbette. Yalnızca, bu tarz bir düşüncenin ne kadar yaygın olduğunu fark ettikten sonra bunun üzerine bir şeyler söylemek zorunda hissettim. Açıkçası kendimi tutamadım.
Farkındayım. Yazının ismi oldukça provokatif. Özellikle akılcılığı daha ön plana çıkarma amacı taşıyan bir yazıya bu ismi koymak, geçimini Klinik Psikolog olarak sağlayan bir kişi olduğum düşünülürse akıntıya (trend’e) karşı kürek çekiyor olma durumu akılcı da değil. Öyleyse bu yazıyı, ucundan kıyısından düşünebildiğini düşünen bir akılsızın, yaşadığımız çağdaki olan akıl dışılığa olan övgüye naçizane bir eleştirisi dememiz yanlış olmaz diye düşünüyorum.
Tahmin edebileceğiniz gibi bu konuyla ilgili samimi bir dert sahibiyim. Bütün sosyal çevremde, genelleme ile konuşan insanları, belli akıl tutulmalarını düzelten, mesleki hayatında “doğru düşünmenin öğrenilebilirliği” durumunu psikoterapinin merkezine koyan biri olmama rağmen, insanların istedikleri gibi yaşayabilmeleri durumunu oldukça önemserim. Çünkü bana göre yetişkin olan tüm insanların kendileriyle ilgili kararları almada bağımsız olmaları gerekir. Felsefi olarak o tarz bir özgürlüğe kısıtlı bir şekilde sahip olduğumuzu düşünsem de (bkz. Özgür irade determinizm paradoksu) mümkün olan en yüksek şekilde bunları yaşamalarını arzu eden bir düşünce yapısına sahibim. Hatta daha ileriye götürürsem, insanların, kendi hayatlarını mahvetme hakları dahi olduğunu düşünüyorum.
Konuyu biraz tarihsel bir arka planla açmak istiyorum. 19. yüzyılda akıl, dogmaların gücünü kırmaya başladı. Bilim, sanat ve teknoloji, uygarlığın hızla seviye atlamasını sağladı. Ancak 20. yüzyılda, “ne kadar akıllıyız” diye gururlanırken iki büyük savaş yaşadık. İnsanlık, aklın şeytani kullanımının da mümkün olduğunu gördü ve akla duyulan güven ciddi biçimde sarsıldı. Eski dogmalara dönüş yolu kapalıydı, ama akla sarılmak da zorlaşmıştı.
Şimdi, yazıya bir temel oluşturmak için, en sevmediğim anlatım diliyle, biraz da tarih sosu ile aşırı basitleştirerek anlatacağım: Aklın ön plana çıktığı, dogmaların değerlerini yavaş yavaş kaybettiği 19. Yüzyılda uygarlığımız görülmemiş bir çağ atladı. Ancak tam ardından gelen ve “ne kadar da akıllıyız” durumunu hissettiğimiz 20. yüzyılı 2 tane görülmemiş büyüklükte savaşla geçiren dünyamızın travması, faturayı akla kesmeye yatkınlaştı. Burada, aklın aynı zamanda şeytani olarak kullanımının en kötü örneklerini yaşayan dünya için artık eski dogmalara dönüş yolu da kapanmaya başlamıştı. Bunu tek bir parametre üzerinden ele almak çok zor olsa da, soğuk savaşın da etkisiyle dünyanın hızlı bir şekilde birbirine yaklaşıp bloklaşması iki kutup için de globalizasyonu hızlandırdı. Bu iki kutbun yarışı, teknolojiyi olduğu gibi düşünce akımlarını da çeşitlendiriyordu. Artık doğu mistisizmi ile batının akıl yürütmeyi önceleyen akımları kendilerine rahatlıkla eklektik oluşturacak alanları bulabiliyorlardı. İşte bu noktadan sonra, önceleri oldukça yerel olan ve insanın apofeniye (birbiri ile ilgisi olmayan durumları birbiri ile alakalı görmek) olan yatkınlıklarını giderme yolları daha kurumsallaştı ve bunlar bir felsefi temel bulmaya başladı. (bkz. New age akımları) Soğuk savaşın ardından, hızlı bir şekilde yenilen tarafın yağmalanması olarak da okunabilecek sürecin ardından neoliberal, tek kutuplu dünya hakim oldu ve globalizasyonun son aşaması tamamlandı. Neoliberal kelimesini burada bir sol sosyalist diskur ile yazmıyorum. Yalnızca yaşadığımız dünya gerçekliğinde son 30 yıldır gitgide artan bir şeyin ürün olma durumunu daha iyi ifade eden başka bir kelime bulmakta zorlanıyorum.
Bugün, duyguların kutsandığı, “hissettiğin şeyin yanlış olamayacağı” fikrinin neredeyse sorgusuz sualsiz kabul gördüğü bir çağdayız. Bu kulağa özgürlük gibi gelebilir. Ancak tehlikeli bir yanı var: Yanlış bir düşünce seni zarara sokabilir, evet, ama yanlış bir duygunun da bizi yanıltabileceğini kabul etmezsek, aklı tamamen devreden çıkarmış oluruz. Aklın yerine duyguyu koymak bizi insani kılmaz; aksine, kolayca yönlendirilebilir hale getirir.
Bilişsel teoriler bize şunu söyler: Duygulara güvenebilirsin, ama sorgulamadan değil. Duygunun hangi düşünceye, hangi inanca yaslandığını anlamadan, onu “mutlak doğru” olarak kabul etmek tehlikelidir. Çünkü yanlış bir varsayım/önkabul, doğru görünen ama seni yanıltan bir duyguyu kolayca üretebilir.
Tarih bize defalarca gösterdi ki, aklı bir kenara bırakan toplumlar ağır bedeller öder. Bunu yapan bireylerin de ödeyeceği bedeller arasındaki en hafifi sayılabilecek şey: yaşanmamış ve farkında olunmayan bir hayat yaşamak olacaktır. Ayrıca bilmeliyiz ki aklı savunmak, duyguları küçümsemek değildir; aksine, duyguları daha sağlıklı ve yerinde yaşayabilmenin tek yoludur.
İlginizi Çekebilir
Anksiyete Bozukluğu Nedir? Belirtileri Nelerdir?
Anksiyete bozukluğu aşırı kaygı, endişe ve korku durumudur.
Psikologlar: Yeni Dünyanın Yetişkin Ebeveyni mi? Fromm Perspektifinden Eleştirel Bir Deneme
(“Özgürlük, insan için taşıması çok ağır bir yük olabilir; onu, yeni bağımlılık…
Kendinizi Zihnen Uzaklaşmış Gibi Hissediyorsanız: Disosiyasyon Nedir?
Disosiyasyon nedir? Disosiyasyon'un belirtileri ve nedenleri nelerdir?