Psikologlar: Yeni Dünyanın Yetişkin Ebeveyni mi? Fromm Perspektifinden Eleştirel Bir Deneme
(“Özgürlük, insan için taşıması çok ağır bir yük olabilir; onu, yeni bağımlılık ve boyun eğme biçimlerine kaçmaya teşvik edebilir.”)
– Erich Fromm, Escape from Freedom
Bir insanlık düşünelim ki, her durumu doğru-yanlış ekseni üzerinde değerlendirsin. Evet, bu insanlık günümüzdeki tanıma oldukça uyuyor. İletişim çağının getirdiği “görünür olma” durumu, tarafsız olması adına gizlenen psikologları bu doğru-yanlış ekseninde bir doğrulayıcı konumuna getirmiş görünüyor. Bu, Türkiye’de oldukça fazla olmakla beraber dünyada da farklı bir durum olduğunu söylemek zor. Adeta pre-sokrat dönemindeki gibi retorik, oldukça değerli bir halde. Ancak bu sefer filozoflar değil, psikologlar bu retoriğin hakimine dönüşmüş durumda.
Büyümenin doğasında yer alan yaralanmalar, artık birçok insan tarafından doğrudan “olumsuz deneyim” olarak etiketleniyor. Böylece her olumsuz duygunun bir sorun işareti olduğu inancı yaygınlaşıyor. “Bunun böyle olmaması gerekirdi” ile başlayan cümleler, hayatın tamamını o meşhur doğru-yanlış eksenine yerleştiriyor. Bu düşünce biçimi, toplumsal düzen açısından zaman zaman işlevsel olabilir; ancak birey düzeyinde, gerçeklikten uzak ve katı bir yaşam beklentisi doğuruyor. İnsanlar, yaşamın doğasındaki belirsizlikleri reddedip, yalnızca “doğru” ve “mantıklı” deneyimlere yer verilen bir hayal dünyasına sığınıyorlar.
Özgürlük, şu güne kadar pek çok düşünürün üzerine düşündüğü bir kavram. Belki bunu felsefi gerçeklik içerisinde matematikte yer alan limit konusuna benzetebiliriz. Kendi kısıtlı bakış açımla, özgürlüğe doğru giden ekseni karar alan, özgür olmayan tarafa doğru giden ekseni ise karar alırken otorite arayan olarak tanımlayabilirim. Fromm’a göre de toplumun “ne yapmalıyım” sorusuna cevap veremediği noktada görevi dışsal figüre devredilmesi eleştirilecek bir durumdur. Bu belki de toplum eğiliminin bireylerde de yansıdığı ve bu otoritenin devlet yerine minimal anlamda psikologların yerleştiği bir yer olabilir.
Özgürlükten kaçışın bireysel düzeydeki tezahürü, kimi zaman bir tür gönüllü çocuklaşmadır. Sorumluluk almak yerine bir “bilen”e, bir “yol gösterici”ye teslim olma arzusu, bireyin kararlarının sonuçlarına katlanma yükünü azaltır. Bu bağlamda psikolog, danışan için yalnızca bir destek figürü değil, aynı zamanda “sorunsuz” bir hayatın nasıl yaşanması gerektiğini bilen bir yetişkin rolüne bürünebilir. Bu ilişkide, danışanın beklentisi çoğu zaman yönlendirilmek değil, doğrudan yönlendirilmiş olmaktır. Psikolojik yardım, özgürleşmenin değil, “güvenli bir teslimiyetin” aracı haline gelebilir.
“Boşanmak, taşınmak, evlenmek, emekli olmak, yeni bir işe başlamak, ülke değiştirmek, yalnız başına vakit geçirmek” gibi hayatımızın temelinde yer alan ve bizim nasıl hissedeceğimizi doğrudan etkileyecek ve doğru-yanlış ekseninde değerlendirilemeyecek ‘tercihen’ olan kavramları düşündüğümüzde bu kararları bir otoriteye devretmek rahatlatıcıdır. Ancak özgürleştirici ya da otantik değildir. Aslında, teknik olarak; kişinin, bir başkasının güdümüne girmesinden başka bir şey değildir.
Bu süreçte yalnızca danışan değil, psikolog da bu dinamiğe bilinçsizce katkı sunabilir. Uzman bilgisi, toplumsal prestij ve “iyileştirici kişi” rolü, terapistin benliğinde narsistik bir alan açabilir. Kendi gücünü yadsımayan, fakat bu güce eleştirel mesafeyle yaklaşmayan bir psikolog, danışanının özgürleşmesini desteklemek yerine, onun bağımlılığını pekiştiren bir pozisyona savrulabilir. Sessizce dayatılan “ben senin yerinde olsam şöyle yapardım” tutumu (her zaman yanlış olmamakla birlikte), danışanın değil psikoloğun değerler sistemini görünmezce merkeze yerleştirir. Bu da terapötik ilişkinin yönünü, bireysel özgürleşmeden toplumsal normlara geri dönüşe çevirir.
Burada değinilmesi gereken son bir nokta var: psikologların da bu dinamik karşısında çoğu zaman çaresiz kalması. Çünkü biliyoruz ki, “Davayı kazanırız” diyen avukat, “Hastasın” diyen doktor ya da “Bu seni 1000 km götürür” diyen lastikçinin verdiği güveni, bir psikoloğun teknik olarak vermesi çok daha zordur. Psikoterapi süreci, kişinin zaten bildiği ve alıştığı davranış biçimlerinden farklı davranmayı denemesi üzerine kurulur. Bu da çoğu zaman, danışanın “yanlış bir şey yapıyormuş” hissiyle yüzleşmesini gerektirir. Ancak bu his, gelişimin temel dinamiklerinden biridir. Danışan, tam da bu hissiyatın yarattığı belirsizlik anlarında dümeni, daha net konuşan ve kendisini daha iyi hissettiren bir yöne kırarsa — yani “kesin bilgi” sunan başka bir otoriteye yönelirse — terapötik sürecin sunduğu dönüşüm olanağı ne yazık ki kaybolur.
Çağa ayak uydurmak adına janti bir söz yazarak bitirelim. 🙂
Psikoterapi, cevabı bilen bir otoriteye teslim olmak değil, bilmemenin ağırlığını taşıyabilmeyi öğrenmektir.
Ümit
İlginizi Çekebilir
Eskişehir’de Psikolog ve Psikoterapi Seçimi
Eskişehir'de psikolog ararken dikkat edilmesi gereken 5 temel kriter ve anksiyete, depresyon,…
Depresyon Belirtileri ve Başa Çıkma Yolları
Günlük yaşamda hepimizin zaman zaman kendini mutsuz, yorgun ya da umutsuz hissettiği…
Kendinizi Zihnen Uzaklaşmış Gibi Hissediyorsanız: Disosiyasyon Nedir?
Disosiyasyon nedir? Disosiyasyon'un belirtileri ve nedenleri nelerdir?